Gönlümüzden Geçen Bir Ramazan Daha…

“Irkçılıkla mücadele bazen kürsülerde değil, bir iftar sofrasında başlar. Bazen bir çocuğun elindeki tatlı tabağı, bir önyargıyı sessizce eritir.”

Bir Ramazan ayını daha uğurladık… Almanya sokaklarında biraz daha fazla hissedildi Ramazan… Caddelerde asılı süslemeler, meydanlara kurulan iftar sofraları, komşulara uzatılan tabaklar… Ramazan sadece bir ibadet zamanı değil. O, bizden farklı kültürlere kendimizi anlatma, tanıştırma ve kalplere dokunma fırsatı. Bizim soframız sadece yemek için kurulmaz; muhabbet için, tanışmak için, kaynaşmak için kurulur. İşte bu yüzden, bir komşunun kapısını çalmak, bir tatlı ikram etmek, sadece bir gelenek değil; yaşadığımız topluma söylediğimiz “biz buradayız” cümlesidir. Sofraya davet ettiğiniz biriyle aranıza mesafe kalmaz. Aynı yemekte “afiyet olsun” diyenler, farklı dünyaların insanı olamaz. Frankfurt başta olmak üzere bazı şehirlerde Ramazan süslemelerinin sokaklara taşındığını görmek sevindiriciydi. Eskiden yalnızca evlerimizde ve camilerimizde yaşadığımız bu mübarek ay, artık sokaklarda da yaşanıyor. Bu görünürlük; bir kültürün, bir inancın, bir kalbin dışa yansıması. Ramazan, hayatın içine karıştıkça güzelleşiyor.

Avrupa genelinde ve Almanya özelinde yükselen ırkçılık dalgasının hepimiz farkındayız. Gündelik hayatta bazen bakışlarda, bazen davranışlarda, bazen medyada karşılaştığımız bu ayrımcı tutumların çözümünü sadece siyasi ve hukuki düzenlemelerde aramak yetersiz kalıyor. Çünkü bu meselenin kökü aslında sosyolojik. Yani insanın insana bakışında, yabancıyla kurduğu bağda, önyargılarında ve kabullenişinde yatıyor. Bu yüzden her birimiz, özellikle de Müslüman kimliğimizle yaşayanlar olarak, komşularımızın bize ve inancımıza bakışından az ya da çok mesulüz. Eğer bir Ramazan iftarı vesilesiyle, bir bayram sabahında, bir aşure gününde, bir kandil gecesinde ya da Kurban Bayramı’nda komşumuzun kapısını hiç çalmamışsak; çocuklarımızı bir tabak sütlaçla onların kapısına göndermemişsek, bu sorunları sadece söylenerek, yazılar yazarak, şikâyet ederek çözmemiz mümkün değildir. Bize düşen, mahallemizde, sokağımızda, apartmanımızda güzel örnekler bırakmak; kalplere dokunmak, selamla, ikramla, tebessümle köprüler kurmaktır.

Ne yazık ki, Ramazan vesilesiyle yabancılarla bir gönül köprüsü kurmayı konuşurken, bazen kendi içimizdeki köprülerin çoktan yıkılmış olduğunu da fark ediyoruz. Bırakın farklı kültürlerle böylesi bir iletişim dili geliştirmeyi, bizler artık kendi geleneksel değerlerimizi bile yaşatamaz hâle geldik. Ramazan Bayramı’nda komşu çocuklarının kapımızı çalıp elimizi öptüğü günler geride kaldı. Bir tabak aşure getiren Müslüman komşuyu görmeyeli epey zaman oldu. Oysa biz paylaşarak çoğalan bir kültürün çocuklarıydık. Bugün ise çocuklarımız Cadılar Bayramı’nda kapı kapı dolaşıp şeker toplarken, kendi bayramlarımızda suskun kalıyoruz. Değerlerimizi koruyalım derken kastettiğimiz tam da bu. Çünkü biz, yaşamadığımız bir kültürü ne anlatabiliriz ne sevdirebiliriz. Evimizde yaşamayan bir geleneğin, sokakta anlam bulması mümkün değildir.

Ama yine de, bu geleneği yeniden canlandırmak, unuttuğumuz güzellikleri hatırlamak ve onları sokaklara, meydanlara taşımak elimizde. Özellikle her ilçede neredeyse toplumumuzun bir simgesi hâline gelen camilerimizin de iftar programlarının en azından bir kısmını dışarıya açması, Ramazan’ın ruhunu daha fazla kişiyle buluşturmamıza katkı sağlayacaktır. Hanau’da 25 yılı aşkın süredir pazar meydanında kurulan iftar sofraları bu ruhun yaşayan örneği. Orada oturup bir tabak çorba paylaşan insanların yüzündeki tebessüm, belki de bu Ramazan’ın en gerçek tanığıydı

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bunları da beğenebilirsin